
BEŞİR AYVAZOĞLU | Paolo Soleri’nin tutumlu kent projesi ve Arcosanti tecrübesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
TURGUT CANSEVER | Soleri şüphesiz önemli bir mimardır; ancak Arcosanti tecrübesinden yola çıkarsak, ağır eleştiriler yöneltmek zorunda kalırım. Hareket noktası olarak tutumlu kent fikri elbette son derece önemli. Soleri’nin yaklaşımının istisnaî olmadığını biliyorsunuz. Geçen asrın başlarında da buna benzer düşünceler ortaya çıktı. Hep teknolojiye dayalı çözümlerle amaca ulaşmayı öngören düşüncelerdir bunlar. Teknoloji bize çok katlı bina yapma imkânı veriyor; çok katlı bina yapılırsa alt yapı masraflarının azalacağı düşünülüyor. Ama alt yapı için yapılacak şeyler de tamamen bugün olduğu gibi mesela en basiti pis suyu bir yere toplayıp orada tasfiye etmeye dayanıyor. Ama bugün dünyada bunun tam tersi tartışılıyor. Acaba kirli suyun hepsini bir araya toplayıp büyük bir kirlilik yığını meydana getirdikten sonra bu kirliğiliği bertaraf etmek mi, yoksa bunları bulundukları yerde yok etmek mi? Doğrusu bunlar “primadonna” nitelikli mimar tiplerinin geliştirdiği projelerdir. Le Corbusier’nin geliştirdiği düşünceler de biraz buna benziyordu.

B. AYVAZOĞLU | Soleri şöyle diyor efendim: “Tokyo’da oturanların çoğu orta sınıf sayılır. Asya’nın geri kalan bölümünü bir an için unutalım, küçük apartman dairelerinden Amerikan tarzı tek ailelik konutlara geçebilseler ne olurdu? 100 m2’den 200 m2’ye geçmek, inşaat malzemesinin iki katına çıkması, ısıtma ya da soğutmada kullanılacak enerjinin iki katına çıkması, mekânı dolduracak eşya miktarının iki katına çıkması..”

T. CANSEVER | Anladım, bunların hepsi doğru. Ama bakın, biraz daha geniş bir çerçeve içerisinde düşünelim. Bir kere bu teknolojik gelişmeyi gerçekleştiren ve bu yolla serveti kendi ülkelerine yığma fırsatını bulan Batı Avrupa, Japonya, Amerika gibi ülkeler, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir fakir ülkeler trajedisine yol açtılar. Afrika ve Asya’da yaşanan o kadar büyük bir trajedi ki, insanlık tarihinde benzerini bulamazsınız. Şimdi Le Corbusier ve Soleri gibi mimarlar, bu ülkelerde servetin sağladığı imkânlardan hareket ederek çözüm peşinde koşuyorlar. Şehir eğer tutumlu şehir olmalı diye düşünüyorsak, evvela ev, tutumlu ev olmalı. Le Corbusier’nin çalışma odasını biliyorum ben; bu çalışma odasının eni ve boyu 2 metre 23 santimdi. Le Corbusier bu odayı insanın böyle bir mekânda çalışabileceğini göstermek için yapmıştı. Tabii Le Corbusier Osmanlı padişahlarının, mesela III. Ahmed’in Yemiş Odası’nın kendi odasının en fazla bir misli büyüklükte olduğunu bilmiyor. Oradan dünyayı idare ediyordu adam. Şimdi bu servete sahip ülkelerde yaşamayan ve insanlığın büyük bir kısmını teşkil eden halkların nasıl yaşayacağı meselesi bir yana bırakılıyor ve sadece teknolojiye dayalı çözümler üretiliyor. Avrupa’nın yirminci asır başlarında düştüğü bu yanılgı bugün de bir şekilde devam ediyor.
Read more...
|
ANADOLU SELÇUKLU VAKFİYELERİ ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER
Sadi BAYRAM
Anadolu Selçuklu Vakfiyeleri, Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları Merkezi IV. Milli Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Semineri, 25-26 Nisan 1994, Konya, Selçuk Üniversitesi Yayınları, Konya 1995, s. 135-147.’de yayımlanmıştır.
Selçuklu vakfiyeleri dediğimiz zaman, zamanımızdan 800 yıl öncesine gitmemiz icap etmektedir.
Dolayısıyla bilim ve tekniğin henüz emekleme safhasına daha erişmeden, Rönesans ve Reform hareketleri doğmadan, bütün dünya ülkelerinin gözünün Orta-Doğu'da bulunduğu, Anadolu Selçukluları'nın dünyanın en ileri ve modern toplumu olduğunu hatırdan çıkarmadan, ilmin elyazısı ile birlikte medrese dersleriyle, yani ekseriyetle şifahi-ezber olarak, kulak dolgunluğu ile yayıldığını unutmamak gerekmektedir.
Eldeki Selçuklu vakfiyeleri çok cüz'idir. Bunların sayısı buğün 57-75'i geçmemekte, 100'e varmamakta ve asıl nüsha olmayıp, istinsah, yani kopya nüshalardır. Bir kısmı ise, siyâkat yazı çeşidi ile yazılmış şahsiyet kayıtları, yani, mütevelli, cami, medrese, imaret gibi vakıf eserlere görevli tayini ile ilgili Osmanlı kayıtlarıdır. Burada Selçuklu ile ilğili olan kısım sadece vakfın adıdır. Diğer bilğiler ise, Osmanlı Devrine aittir.
Read more...
Kargı Hanı Kıble Duvarı
Scott REDFORD*
Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev dönemine (1237-46) tarihlenen Kargı Hanı, Manavgat’ın iç kısmında, Toros Dağları üzerinden kıyısında Kubadabad Sarayı’nın yer aldığı Beyşehir Gölü’ne giden kervan yolu üzerindedir. Kabayonu kayrak taşından inşa edilen iç duvarlar, Selçuklu hanlarında pek görülmeyen ve bu hana özgü şekilde beyaz sıvalıdır.
Hanın köşe odalarından biri mihrap içermesi nedeniyle mescit olarak tanımlanmıştır. Bu yazıda, adı geçen mescidin kıble duvarı üzerindeki sıvaya kazınmış grafitilere dikkat çekilmektedir; sağ üst köşesinde Kûfi hatlı bir Besmele içeren bu duvar çok özgün grafitilere sahiptir. Yazar, bu kıble duvarı üzerinde görülen grafitilerin esas olarak Selçuklu veya Beylikler Dönemi’ne ait olduğunu, “din-dışı öneme sahip” bu grafitilerin önemli olduğunu, hiçbir grafiti bulunmayan mihrabın ise “kıble duvarındaki tek gerçek İslami mekân olduğunu” öne sürmektedir. Ayrıca bazı hayvan figürlü grafitilerin mihrabın iki yanında alçak seviyede yapıldığı ve mescitte ibadet sırasında cemaatin görme alanına girdiği belirtilmektedir.
Read more...
AFYON
- Afyon Kalesi
- Afyon Ulu Camii (1272)
- Afyon, Hisarardı Medresesi (13. yy’ın ikinci yarısı)
- Afyon, Kuyulu Camii
- Afyon, Altıgöz Köprüsü
- Afyon, Kale Mescidi
- Afyon, Kırkgöz Kümbeti
- Afyon, Sırçalı Kümbet
- Afyon, Kadınana Köprüsü
- Akviran Köyü Saya Baba Türbesi
- Bolvadin Alaca Camii
- Bolvadin Alaca Çeşme
- Bolvadin Kırkgöz Koprüsü
- Boyalıköyü Eyvan Türbe
- Boyalıköyü Kureyş Baba Türbesi
- Boyalıköyü Kureyş Baba Medresesi (1210 civarı)
- Boyalıköy Hanikâhı
- Çay Yusuf bin Yakub Türbesi
- Çay Taş Medresesi Çeşmesi
- Çay Taş Camii
- Çay Medresesi (1278/79)
- Çay Han (1278/79)
- Emirdağ Eğret Han
- Eber Köyü Esirüddin Ebheri Türbesi
- Herdena Bahar Baba Türbesi
- Sultandağ, İshaklı Han (1249/50), Konya-Çay Yolu
- Bardakçı Hanı (13. yy), Çay-Seyyitgazi Yolu
AKSARAY
- Aksaray, Akköprü
- Aksaray, Kılıç Arslan Türbesi
- Aksaray, Zinciriye Medresesi
- Aksaray, Taciye Medresesi
- Bekar Köyü Bekâr Sultan Türbesi
- Selime Köyü Selime Sultan Türbesi
- Ağzıkarahan
- Ağzıkarahan Hamamı
- Kılıç Arslan Hanı (13. yy)
- Alay Hanı (1219-1236), Kayseri-Aksaray Yolu
- Ağzıkarahan Han Köprüsü
- Akbaş Hanı (13. yy), Aksaray-Konya Yolu
AMASYA
- Amasya Kalesi
- Amasya, Hundi Hatun (Kuş) Köprüsü
- Amasya, İltekin Gazi Köprüsü
- Amasya, Sultan Mesud (Ziyare) Köprüsü
- Amasya, Alçak Köprü
- Amasya, Çağlayan (Çalak, İltekin) Köprüsü
- Amasya, Burmalı Minare Camii (1237-1247)
- Amasya, Gök Medrese Camii (13. yy. ortası)
- Amasya, Gök Medrese
- Amasya Darrüşifası
- Amasya Burmalı Minare Camii Türbesi
- Amasya Gök Medrese Camii Türbesi
- Amasya Halifet Gâzî Türbesi
- Amasya Torumtay Türbesi
- Amasya, Sultan Mesut Türbesi
- Amasya, Kadılar Türbesi
- Amasya, Şadgeldi Paşa Türbesi
- Amasya, Halifet Gazi Medresesi
- Çakallı Hanı (13. yy), Samsun-Amasya Yolu
- Ezinepazar Hanı (1238-1246), Amasya-Tokat Yolu
Read more...
Osmanlı'da Bedestenler
Dr. Nazım İNTEPE
Bir devleti canlı organizmaya benzetirsek, o devletin hayatta kalması için, solunum sisteminden, boşaltım ve dolaşım sistemine kadar çok sayıda fonsiyonun birlikte icra edilmesi gerekir. Bu açıdan baktığımızda, Osmanlı Devleti sadece dinî hayat askerlik ve eğitim ile değil, köklü ticarî gelenek ve müesseseleriyle de öne çıkmıştır. Altı yüz yıllık Osmanlı tarihinde, devleti idare edenlerin sadece kışla, kale, medrese ve camiler inşa ettirmediğini, ticarî hayatı geliştirmek ve yönlendirmek için şuurlu bir şekilde kervansaraylar, hanlar, bedesten ve çarşılar da inşa ettirdiklerini görüyoruz. Geniş bir coğrafyada hüküm süren Osmanlı’da ticarî malların toplandığı, değerlerinin tespit edildiği ticaret merkezi ve borsa olarak bedesten ve han modelleri ortaya çıkmıştır. Bu modeller kuruluş döneminde, önce Bursa ve Edirne’ye; sonra geliştirilerek İstanbul ve bütün ülke geneline yayılmıştır. Bedesten; “çarşı, borsa, ticaret merkezi” mânâlarına gelmektedir. Arapça ve Farsçada kullanılan “bezzasistan, bezistan” (bez kumaş alınıp satılan yer) kelimesinden gelmektedir. Bedestene kale içi mânâsına gelen “kayseriyye” de denmiştir. Bedesten şehirler arası ve milletler arası ticaretin yapıldığı yerdir ve her zaman, şehirlerin ticaret merkezi hükmünde olmuştur. Bu yönleriyle de bedestenler, şehrin en önemli yapıları arasında yer alır.
14. yüzyılda dünya ticareti, Portekiz, Ceneviz ve Venediklilerin elindeydi. Deniz yoluyla, gemilerle taşınan değerli ticarî mallar, liman şehirlerinde toplanırdı. Bu yüzden ticaret, gemilerde ve limanlarda yapılıyordu. Osmanlı, ticaretin canlı olmasının bir devleti yaşatabileceği veya ticaretin olmamasının bir devleti çökertebileceğini çok iyi bildiğinden, tarihî ipek yolunu yaşatarak, dünya ticaretinin tekrar karadan yapılmasını sağlamış; bu vesileyle ticaret yolları üzerine kervansaraylar ve hanlar; şehirlere ise bedestenler kurmuştur. Osmanlı, geniş bir coğrafyada tek bir devletin hükümranlığının, tüccarlara sağlayacağı güvenlik ve kolaylığı da çok iyi değerlendirerek, dünya ticaretini 14. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar elinde tutmuştur.
Read more...
|
|